7 Temmuz 2017 Cuma


Mekruh!

                               

Elini alnına götürüp şakağında, kaşlarında, burnunun üzerinde birikmiş olan ter göletlerini sola doğru sildi. Son kez yapmıştı bunu. Hayatında her zaman yapmış olduğu gibi yine teslim olmuştu. “1 dakka ula. Daha 1 dakka önce temizlemişim ben bu yüzü” dedi içinden. Bir yandan denizden gelen bir kâbus olan nem ile boğuşurken diğer yandan delirmiş gibi dans eden insanların arasında ilerlemeye çalışıyordu. 22 yaşında. Urfalı Seyit. 9 kardeşi, iki de annesi var Seyit’in. Sıcak mahvetmişti zaten kara olan tenini. Urfa belki daha sıcaktı oradan ama sağdan soldan duydukları geldi aklına. İçinden söylenmeye başladı yine. “Nem vardır gardaş nem. O olmasa. Ah ula bizim oralar, ne güzeldir şimdi”. İçine müthiş bir özlem düştü bir anda. Koşmak istedi, hiç durmadan koşmak. Urfa’ya varana kadar. Taa Viranşehir'e. Heyecanlandı birden. Gözleri parladı. Düşüncesi bile yetmişti ona. Ama görünmez bir kelepçe vardı sanki bileklerinde. Yakıyordu canını. 2 anne, 9 kardeş. 6'sı Seyit’ten ufak. İstese de gidemezdi. Ne derdi ki onlara? “Yüzün tutmaz ula Seyit” dedi içinden. “Hele az daha dayan”. Elinde battal boy, siyah bir poşet, masada ki boş bira şişelerini topluyordu. İçmeyi sevmişti Seyit. 22 yaşına kadar ağzına damla sürmemişti. Daha doğrusu sürememişti. Şafii mezhebindendi sülalesi. "Kuralları Allah koyar demişti" babası. Bir keresinde bayram harçlıklarını biriktirip altından bir kolye almıştı kendisine. Babası görünce bir ton dayak atmıştı Seyit'e. "Erkeğe altın mekruhtur ula deyyus" diye kırmıştı kafasında sopayı halbuki babasının serçe parmağında altın renginde bir yüzük vardı Seyit kendini bildi bileli. Anasına sorduğunda; "O altın degildir baban oyla demiş" cevabını almıştı. Seyit çalışmaya gelene kadar aklının ucundan geçmemişti içmek hele ki geçse bile baba korkusundan kaskatı kesilir yapamazdı o işi. ‘Allah Korkusu’ diye bir tabir vardı. Hem evlerinin içinde hem de bütün bir köyde. Seyit’in baba korkusu ise allah korkusunu bastırmıştı. Ama Seyit içtiği zamanlarda bambaşka bir insan oluyordu. Ne allah korkusu ne de baba korkusuna geçit verirdi yüreği. Ve en çok o zamanlar düşerdi içine memleket hasreti. En küçük kardeşi doğduğunda eline vermişlerdi Seyit'in. “Bütün kardeşlerini severdi, hepsi gelirdi aklına geceleri sahilde şezlong üzerinde uyumaya çalışırken ama en ufak olan! Sadece 1 saat görebilmişti onu. Çalışmak için gitmesi gerekiyordu çünkü. Arabaya geç kalırsa biletinin yanmasından korkmuştu. Akıl bile edememişti yeni bilet verebileceklerini. Anadolu köylüsü Seyit. Hak aramayı, hesap sormayı hele ki koca koca şirketlerle baş etmeyi bilmezdi. En çok da en küçüğüne özlem duyuyordu. 
Hızlı adımlarla boş şişeleri toplayan Seyit, büyük çöp kovasına, elinde iyiden iyiye ağırlaşan şişeleri atmaya giderken bir el tuttu kolundan ve kendine çekiverdi. Kafası güzeldi kolunu kavrayanın, her halinden belliydi. Uzunca boylu, sakallı, küpeli bir delikanlı. "Bi bira daha getirsene bana genç" dedi, kolunun altına aldığı, kıvırcık saçlı, göğüsleri fırlayacakmış gibi duran bir kıza sarılarak. Nadir gerçekleşen bir olaydı bu çünkü çalışanları sınıflara ayırmışlardı ve çoğu müşteri bunu bilir ona göre el ederdi çalışanlara. Dil bilen ve düzgün diksiyona sahip olan (Türkçe ve ecnebice)'lar beyaz tişört, Seyit ile ondan daha kıdemli olan Mustafa ise siyah tişört giyiyordu. Seyit ile Mustafa'nın müşteri ile konuşması yasaktı. Zaten isteseler de konuşamazlardı ya! Seyit'in köyünde Türkçe konuşan insan sayısı iki elin parmaklarını geçmezdi. İlkokul 5'e kadar okuduğu için de az çok bilirdi Seyit ama yarım yamalak, ezik büzüktü. Tıpkı Mustafa'nın ki gibi. Tek görevleri çöpleri toplamak ve temizlik yapmaktı. Kesin emir vardı. Öyle demişti 'İşletme Müdürü'. "Kimseyle konuşmayacaksınız anladınız mı? " Belki Seyit'ten bile ufaktı bira emrini veren komutan. "Tamam abey" demişti Seyit. Gözleri çakmak çakmak olmuş, belki de beyaz üniforma giyerim hayali ile bira dolabına doğru ilerledi koşar adım. Tam dolaptan bira alacakken 'İşletme Müdürü' Hayri kolundan çekiştirdi Seyit'i. Kurallar ve yasaklar. Bir anlığına unutmuştu. Yüzü düştü yere. Yasaktı konuşması. Sabah 8 akşam 8 arası dilini yutması gerekiyordu Seyit'in. Ses edemedi. 'Tamam abey" dedi yine. Arkasını dönüp uzaklaşırken kendinden bir küçük kardeşi Muhammed geldi aklına. Aralarında 11 ay vardı sadece. Köyde ona çıkıntı derlerdi. Lafını sözünü esirgemezdi çünkü Muhammed. Babasına bile karşı gelmişti bir keresinde. Tüm ev donup kalmıştı, herkes ayıplamıştı onu ama Seyit'in gözleri parlamıştı, koşup sarılmak istemişti kardeşine."Vallah Muhammed olaydı sen görecektin dünya kaç bucaktır" dedi içinden. Viranşehirli Seyit. Topladığı çöpler taa ordan Urfaya yol olurdu. Epey para biriktirdi. Yaz geldi geçti. Seyit kömür karası oldu. Alnında güneş yılgınlığı, elinde siyah battal boy poşeti ile son günüydü o sahilde. İçinde ilk geldiği gün ki gibi bir heyecan vardı. 24 saat sonra kendisini kardeşlerine götürecek bir otobüse binecekti. Kumların üzerine bağdaş kurup sigarasinı çıkardı, bir nefes aldı derince. Denizi seyretti uzunca. Sanki bir daha göremeyecekmiş gibi hissetti. Uzun uzun baktı. Son nefesini çekerken bir el omzundan dokundu. Mustafaydı." Telefon vardır Seyit sena hele bi bakasın" dedi Mustafa. Bir kere aramıştı onları 'İşletme Müdürü' Hayri'den izin alarak. 5 ay boyunca sadece bir kere. "Beni aramayasığız ha sakın ola yasaktır" demişti telefonu kapatmadan anasına. Içinden soylendi telefonun başına giderken. "Yav dayanamadığız 1 gün daha" Telefonu aldı eline. Boğuk bir ses geldi. Anlayamadı söylediklerini. "Ana" dedi. "Gardaşın" dedi anası. "Hangisi? "En ufagı". "Nasıl"? "Allah verdi Allah aldı". Telefonu bıraktı olduğu yere. Nefes alamıyordu. Sarhoş olduğunda da aynı böyle oluyordu Seyit. İnsanları çift görmeye başladı. Midesi bulanmaya başladı. Tam karşısında bir ses durmadan birşeyler söylüyordu. Hayri'nin sesiydi bu. İşaret parmağı havada sadece bağırıyor olduğunu anlayabildi. Gözleri biraz açıldı, kendine gelmeye başladı. Hayri hala karşısındaydı. Seyit'i kolundan tutmuş sarsıyor oradan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Müşteri memnuniyetini bozuyordu çünkü Seyit o an. Yemek yiyen insanların arasında ayakta öylece duruyordu. Herkes Seyitle Hayri'ye bakıyordu. "Kovuldun, defol" lafını işitti Seyit. Derin bir nefes aldı. Güldü. Hemen yan tarafında yemek yiyen bir çift vardı. Gözü masaya ilişti. Kalbi hızla atmaya başladı tekrar. Her sabah o temizlerdi bıçakları. Hepsi de kördü. Mustafa'ya gülerek; "Yav kördür Musto bunlar adam vursan ölmez ha" derdi. Geri çıkardı. Elleri kan içinde. Müthiş bir bağırtı duyuldu. Koşma sesleri, ağlamalar. Attı elinden. Bekledi öylece. Kolunda soğuk demir kelepçeleri hissetti. "Ah" dedi. "Viranşehir".
     

                                                                                                                                               Beyin Atleti

21 Haziran 2017 Çarşamba

Kuytu!






   Sığ sularda yüzmeyi bilmem ben. Hiç sığ yaram olmadı çünkü. Düşününce ne kadar da afili öyle değil mi? Üniversite kantininde ki en kuytu masada yalnız başıma oturup ortamda ki kargaşayı izlerken ve bir yandan da karton çizgili bardaktan çayımı yudumlarken, üst sınıflardan Arif diye birisi gelip oturmuştu yanıma. Arif. Hayta Arif. Görünüşte evrenin en zıpkın delikanlısıydı Arif. Yüzünden gülümsemesi eksik olmayan, yalnız başına otururken veya yürürken göremeyeceğiniz bir tip Arif. Şaşırmıştım. Ne işi vardı onun en kuytu köşede ve bir başına hem de benim yanımda?  Hiç konuşmadan çaylarımızı hüplettik bir süre. Tam bitmeye yakın göz göze geldik. "Sen bizim alt dönemdin değil mi" dedi. Kafamı sallayıp gülümsedim. "Yalnızlık güzel bir duygu olsa gerek" dedi. Kafamı sallamadan gülümsedim. "Çayın bittiyse yenisini getireyim içelim mi beraber" dedi. Gülümsemeden kafa salladım. İki çay ve tuzlu bisküvi ile geri döndü, oturdu. "Dersin var mıydı" dedi. "Kafamı iki yana salladım. "İyi iyi benimde yoktu zaten" dedi. Arif. Yakışıklı çocuktu Arif. Yanyana durduğumuzda farklı türdendik sanki.  Onun yanındayken bir anda yok olabilirdiniz. Kimse size dikkat bile etmezdi. Aranızda ne kadar kısa mesafe olursa görünmezliğiniz bir o kadar artardı.  Sosyolojik bir kayboluş. Eminim yalnız başıma o tenhada çayımı yudumlarken bile daha çok dikkat çekmiştim. Arif gelince sanki buhar olup sıvışmıştım kantin duvarlarından. Birden tepem attı, öfkemi dizginleyemedim. Sınıfta ki, kantinde ki, çarşıda ki, sinemada ki, barda ki, dünyada ki hal ve hareketleri, o saçma popülerliği ve sırıtan suratı geldi gözümün önüne. "Sen kimsin ya" dedim. Şaşırmış gibi yüzüme baktı. Sırtını sandalyeye yasladı iyice. "Ben tanıyorsun sandım ondan, şeedemedim ben Arif" dedi. Kaşlarımı kaldırdım, çayımdan bir yudum aldım. "Tanımıyorum, tanıdığımı nerden çıkardın ki hem" dedim. Bozulmuştu. Çünkü onu tanımamak mümkün değildi ona göre. Arif. Herkes tanırdı onu. Okulda 7. yılıydı ve bu 7 yıl boyunca kurnaz ve sosyal kişiliği ile sadece okula değil koca bir şehre iz bırakmıştı. Beni sorarsanız yeni yetme değildim, benimde 6. yılımdı ama değil iz bırakmak toz bile bırakamamıştım hiçbir yerde. Hani yıllar yıllar sonra tamamen farklı şehirde tanıştığınız bir insanla okul muhabbetleri yaparken ayni şehirde okuduğunuz ortaya çıkınca birden insan isimleri dönmeye başlar ya. "Şunu tanıyor musun, bunu tanıyor musun? diye. Karşı taraf; "İsmen bilmem ama görsem kesin tanırım" der. İşte ben o cümlede ki görsem tanırımda ki insan bile değildim ama Arif! Hayta Arif. Onca yıl sonra ne işi vardı ki yanımda? Belki de bu kadar sinirlenmemin sebebi yıllar boyu içimde Arif ve türevlerine biriktirdiğim nefretin bir dışavurumuydu. Oysaki kabahati yoktu. Bunca yıl kendimi kandırmış olabilir miydim peki? Onları her gördüğümde içimden" Siktiğiminin salakları" demiştim. İstisnasız. Her seferinde. Aynı tonlama ve aynı kararlılıkla. Onlar gibi olmak istemediğime emindim ancak neden onlar gibi değildim? İstesem olabilir miydim? İşte içimde ki çetin paradoks bu sorudan sonra başladı. İstesem de olamazdım. Olamamak. Olmamışlık hissi ve sonuçta bitmeyen bir hissizlik. Peki, olabilsem olur muydum? Bütün bu düşünceler arasında gezinirken Arif kalkacak gibi oldu. Tam o sırada; "Dur iki dk söyleyeceklerim var" dedim. Kıçı sandalyeden tam kalkmıştı ki kararlı cümlem ile geri koydu sandalyeye. "Seni tanıyorum Arif" dedim. "Hem de çok iyi tanıyorum. Seni doğduğumdan beri tanıyorum ben. İlkokula ilk başladığım gün yan sıramda oturuyordun, ortaokulda servis arkadaşıydık. Lisede ise pataklamıştın beni hatırlamadın mı?" Arif kaşlarını çattı, elleri alnına gitti istemsizce. "Allah Allah "dedi. "Arif "dedim. "Ben seni çok iyi tanıyorum. Bir gün ben çok hastaydım. Ateşim vardı, karnıma bıçaklar saplanıyordu. Kimsem yoktu. Param da yoktu. Hastaneye gittim. Yürüyerek. 4 km yol. Düşünsene Arif! 4 km yürüdüm o halde". Ben konuşurken Arif'in yüz ifadesini görmüş olsaydınız ne demek istediğimi daha iyi anlayabilirdiniz ama neyse bu başka konu. "Evet Arif. Sonra hastaneye geldim. Elime sıra numarası verdiler. 39 yazıyor üzerinde. Sıra 12'de. 2 saatte öyle bekledim. Alnımdan ter akıyordu Arif ve ben çok üşüyordum. Sonra 39 yandı ama giremedim çünkü sen çıktın tam o sırada. Elinde sıra numaran yoktu ama yinede girdin içeri tüm sempatikliğin ve kurnazlığınla. İşini hallettirdin doktora bir de üstüne kendine çay söylettin. Ben ise bekledim Arif. Ölmemek için inanmadığım bir yaradana sığınmama ramak kalmışken sen çıktın içerden tüm sempatikliğin ve yine tüm yavşaklığınla. Kapıyı kapatmadan doktora; "Tabi doktor bey akşam mekânıma bekliyorum" dedin. Arif daha fazla dayanamadı. "Dalga mı geçiyorsun benimle"? deyiverdi. Gülümsedim. "Hayır" dedim. "Ben seni tanıyorum Arif, sen o'sun. Bankada köşede sinsice bekleyen de sensin,  3 kuruş için 30 ton kelime dökülende. Peki sen beni tanıyor musun?"

                                                                                           
                                                                                        Beyin Atleti

8 Mart 2016 Salı

nebula?


Güneşin merkezinde biten çiçekleri, 
sardıydın ruhumun çarşafına.
Uzayın en boşluğunda süzülürken duyduklarım 
atmosferinde yanan tohumların çıtırtıları mıydı?
Yoksa yükselmiş benliğimin uydurdukları mı,
bilemedim...

Asteroid yağmurlarında ıslandık beraber,
çıplak ayakla uydulardan sekerkene.
Dünya dışı kuşların cızırtıları,
kara deliklerimizi tıkadı da,
ses etmedik olanlara peş peşe.
Astronot olmaya çalışırken döktüğün ter,
mekiğimin zemininde parladı.
Venüs'ün kıvrak kalçalarına diktiğim gözlerim,
senin güvenlik kalkanların ile kesiştiğinde,
utandım...

Hani yine de kızılötesi ışınlarınla okşadın ya beni?
İşte o vakit yörüngene daha sıkı tutunma vaktiydi.
Belki her zaman senin uydun olarak kaldım ama,
yerçekimsiz ortamda sarılıp uyumayı deneyen,
ilk çift bizdik. 
Tarih bunu yazmadı belki.
Ama ben yazdım...

Zihin Hiperaktifi

et yığınları



Beyin lobların birbirine üstünlük kuramadığında başlıyor, senden başka kimsenin işine yaramasını sağlayamadığın akılcı tavrın. Tüm kibirli ve kıskanç reddedişlerin arasında, sağ yükseliyor, coşuyor, kaynıyor, sol yetişmeye çalışıyor. Yetiştiğinde bakıyorsun ki aynısın, hiç bir fark yok. Anlamıyorsun, ta ki nüans oluşturacak parametreler karşına çıkana kadar. Mesela senden başka bir et yığını, hem bu kadar üstün hem de bu kadar kibirsiz olmana delirdiğinde, kendiyle mutlu olamadığı gerçeğinin altında ezilerek senin tevazunun kibrin ta kendisi olduğuna kendini inandırdığında anlıyorsun; yükselmiş, gelişmiş, en son hatırladığın sınırlarını aşmışsın. İlgilenmiyorsun bununla. Seni bu kadar kışkırtıcı kılan da bu zaten. Ama bununla da ilgilenmiyorsun. Herkes sadece göt loblarıyla ilgilenirken, senin beyin loblarını yok saymayagelişin kışkırtıyor bu et yığınlarını.


Omnes

23 Ocak 2016 Cumartesi

azmi'nin hiç de heyecanlı olmayan hikayesi


BEŞİNCİ BÖLÜM - ÇÖREK OTU

Deliren bir muhabbet kuşunun, kafesinden kaçma çabasından ibaret bu hayat.
Bulunduğun nokta ile varmaya çalıştığın yerin arasındaki mesafe kadar.
O kuşun söylediklerini anlayamıyor oluşun, onun derdini anlatamadığını göstermiyor.

Arkanda bıraktıklarının, önündekileri oluşturduğunu düşünmeye devam et. 
Çünkü basit zihinler bunu yapar.
İçerisinde geçmişini ve gerçekleşeceğini sandığın geleceğini harman ettiğin beynin, gerçekten sıkıldı.

Farkında olmadığın bedeninin içerisinde dans et. 
Bildiğini sandığın tüm gerçeklere şıklat parmaklarını.
Ancak hayal edebileceğin kadar geniş olan hayatının seni nereye sürüklediğine bak.
Dans figürlerinin komik olduğunu mu düşünüyorsun? 
Onlar senin figürlerin.
Parmaklarını dilediğin gibi şıklatamadın mı? 
Onlar senin parmakların.

Henüz kendi oluşunu kabullenememiş iken, yaşadıklarını kabullenmek istemen ahmakça.
Olayları yorumlayıp, süzdüğün zihnin seni kandırıyormuş gibi görünüyor.
Takıldığın günlük meselelere kazandırdığın form onları, Pentagon'daki ne konuştuğunu anlamadığımız adamların derdi haline getirmiyor maalesef.

Senin için üzülüyorum. Ancak kendime üzüldüğüm kadar.
Üstü açık arabandayken hissettiğin hazzı, düşüp bir yerini yaraladığında da hissedebiliyor olman gerekirdi. Fakat sahip olduğun duyuların bir kısmına o kadar bağımlısın ki, hissettiğin her şeyin sana ait olduklarını kestiremiyorsun.
Bu gözü kapalılık sana farkında olmadığın bir güzellik katıyor.
Ama nedendir bilinmez, ben güzel olanı sevemiyorum.

Sana yardım etmek istiyorum.
Çünkü ilk günden beri gözüme hep çaresiz göründün.
Yaşadığın hayat, belki de bir insanın yaşayabileceği en normal hayat.
Fakat içinde biriktirip bir köşeye yığdığın soru işaretleri zaman zaman seni huzursuz ediyor olsa gerek. Onları cevaplamana gerek yok.
Bazı sorular, cevapsız kalmalı.
Bu yüzden sınırlandırılmış bir canlısın.
Kabul et yeter.

Keşke herkes seni benim görebildiğim gibi görebilse.
İçindeki enerjisi tükenmiş gezegen, hala ruhunun etrafındaki boşlukta dönüyor sanıyorsun.
Fakat senin uzayın kendi içine çekilerek tükeneli milyarlarca yıl geçti.
Bu tükenişi balkonumuzda çekirdek çitleyerek izlerken, yeniden tekilliğine kavuşacağını düşünmüştük... Yanılmışız.

Seni kıskanıyorum.
Gözlerine çekilen perdeler sayesinde içerisine sıkıştığın hayal dünyan, mutlu hissetmene yetecek kadar gerçek dışı. Kendin ile gerçekliğin arasına koyduğun seti fark etmeni isterdim. Fakat bedeninin hükmü altında, minik bir tavşan gibi, ancak ter yoluyla atabiliyorsun içindeki kirleri.

Sana söylemek istediğim çok şey var fakat hiçbirini duymayı hak etmiyorsun.
Bu bir sorun teşkil etmiyor çünkü duyup duymamanın da bir önemi yok. 
Ben söyleyeceklerimi her gün fazlasıyla söylüyorum.

Bir gün tekrar bana sesleneceğini biliyorum. 
Çünkü bu macera sana yetmedi. Hiçbir zaman yetmez.

Zihin Hiperaktifi

değnek



Biliyor musun; gülümsediğin zaman suratını astığın zamana oranla çok daha az kasın çalışır. Daha az yorucudur ve beynin çok daha verimli işler... 

Şimdi çıkar kendi cılkını düşüne düşüne. Peşine takılsın kimileri. Pastadan pay kapmaya çalışırlar ama hiçbir zaman bir pasta olmamışsındır. Anlatmak istersin içine düştüğün kara deliği, anlamaz. Çekmek istersin payzedeleri de oraya, gelmez. Sekmek istersin yerinde sakince, olmaz. Çoktan elini taşın altına koymuş birileri çıkmıştır bir yerlerden. "Uçayım" dersin, "kanatlarım var" uçamazsın. Bulunduğun gezegenin yerçekimi seni kaldırmaya yetecek kadar kuvvetli değildir. Gitmek istersin, ceplerine takılır sikindirik ayakkabıların. Açlıktan, çizdiğin profili yutar aşk fakirleri. Görmek istediğin suratlar ancak kafanın içindeyken, tahammül edemezsin "gibi" gibilere. Pek seçeneğin kalmamıştır. Yersin iki ucu boklu değnekten kendi payına düşeni. Sen de bir payzede olmuşsundur çoktan. Hem de kimselere bel bağlamadan. Kendi kusmuğunda boğulan bir rock yıldızı gibi karizmatik ölümler de bulmaz seni. Anca ağzına yüzüne bulaşan bokunu silecek bir taş ararsın. 

Aramaya devam et. Bulacaksın...

Zihin Hiperaktifi

17 Ocak 2016 Pazar

teknik destek


Tok karnına duşa girmek ne kadar tehlikeliyse, sen de o kadar tehlikelisin benim için. Zamanlarımız kesişmedi diye beni suçlama. Senin zamanın, benimkinden çok daha hızlı ilerliyor. 

Son sürat akan bir nehrin ortasındaki kaya olmak nasıldır bilir misin? Hareket etmiyor olmana rağmen hızdan nasibini alırsın. Kimse kaya diye bakmaz sana. Üzerine yapışan yosunlar sen olmuşsundur artık. İşin kötü tarafı; yararın da yoktur kimseye. Üzerine basmaya kalkan kayar, düşer. Sonrasında, düşerken alıp götürdükleri yosunları sanki sana bir yarar sağlamış gibi suratına çarpmaları da cabası. 

Bu yüzden; tok karnına duşa gir, ancak üzerime basma. Sonra kendini bir şey zannediyorsun.

Zihin Hiperaktifi