21 Haziran 2017 Çarşamba

Kuytu!






   Sığ sularda yüzmeyi bilmem ben. Hiç sığ yaram olmadı çünkü. Düşününce ne kadar da afili öyle değil mi? Üniversite kantininde ki en kuytu masada yalnız başıma oturup ortamda ki kargaşayı izlerken ve bir yandan da karton çizgili bardaktan çayımı yudumlarken, üst sınıflardan Arif diye birisi gelip oturmuştu yanıma. Arif. Hayta Arif. Görünüşte evrenin en zıpkın delikanlısıydı Arif. Yüzünden gülümsemesi eksik olmayan, yalnız başına otururken veya yürürken göremeyeceğiniz bir tip Arif. Şaşırmıştım. Ne işi vardı onun en kuytu köşede ve bir başına hem de benim yanımda?  Hiç konuşmadan çaylarımızı hüplettik bir süre. Tam bitmeye yakın göz göze geldik. "Sen bizim alt dönemdin değil mi" dedi. Kafamı sallayıp gülümsedim. "Yalnızlık güzel bir duygu olsa gerek" dedi. Kafamı sallamadan gülümsedim. "Çayın bittiyse yenisini getireyim içelim mi beraber" dedi. Gülümsemeden kafa salladım. İki çay ve tuzlu bisküvi ile geri döndü, oturdu. "Dersin var mıydı" dedi. "Kafamı iki yana salladım. "İyi iyi benimde yoktu zaten" dedi. Arif. Yakışıklı çocuktu Arif. Yanyana durduğumuzda farklı türdendik sanki.  Onun yanındayken bir anda yok olabilirdiniz. Kimse size dikkat bile etmezdi. Aranızda ne kadar kısa mesafe olursa görünmezliğiniz bir o kadar artardı.  Sosyolojik bir kayboluş. Eminim yalnız başıma o tenhada çayımı yudumlarken bile daha çok dikkat çekmiştim. Arif gelince sanki buhar olup sıvışmıştım kantin duvarlarından. Birden tepem attı, öfkemi dizginleyemedim. Sınıfta ki, kantinde ki, çarşıda ki, sinemada ki, barda ki, dünyada ki hal ve hareketleri, o saçma popülerliği ve sırıtan suratı geldi gözümün önüne. "Sen kimsin ya" dedim. Şaşırmış gibi yüzüme baktı. Sırtını sandalyeye yasladı iyice. "Ben tanıyorsun sandım ondan, şeedemedim ben Arif" dedi. Kaşlarımı kaldırdım, çayımdan bir yudum aldım. "Tanımıyorum, tanıdığımı nerden çıkardın ki hem" dedim. Bozulmuştu. Çünkü onu tanımamak mümkün değildi ona göre. Arif. Herkes tanırdı onu. Okulda 7. yılıydı ve bu 7 yıl boyunca kurnaz ve sosyal kişiliği ile sadece okula değil koca bir şehre iz bırakmıştı. Beni sorarsanız yeni yetme değildim, benimde 6. yılımdı ama değil iz bırakmak toz bile bırakamamıştım hiçbir yerde. Hani yıllar yıllar sonra tamamen farklı şehirde tanıştığınız bir insanla okul muhabbetleri yaparken ayni şehirde okuduğunuz ortaya çıkınca birden insan isimleri dönmeye başlar ya. "Şunu tanıyor musun, bunu tanıyor musun? diye. Karşı taraf; "İsmen bilmem ama görsem kesin tanırım" der. İşte ben o cümlede ki görsem tanırımda ki insan bile değildim ama Arif! Hayta Arif. Onca yıl sonra ne işi vardı ki yanımda? Belki de bu kadar sinirlenmemin sebebi yıllar boyu içimde Arif ve türevlerine biriktirdiğim nefretin bir dışavurumuydu. Oysaki kabahati yoktu. Bunca yıl kendimi kandırmış olabilir miydim peki? Onları her gördüğümde içimden" Siktiğiminin salakları" demiştim. İstisnasız. Her seferinde. Aynı tonlama ve aynı kararlılıkla. Onlar gibi olmak istemediğime emindim ancak neden onlar gibi değildim? İstesem olabilir miydim? İşte içimde ki çetin paradoks bu sorudan sonra başladı. İstesem de olamazdım. Olamamak. Olmamışlık hissi ve sonuçta bitmeyen bir hissizlik. Peki, olabilsem olur muydum? Bütün bu düşünceler arasında gezinirken Arif kalkacak gibi oldu. Tam o sırada; "Dur iki dk söyleyeceklerim var" dedim. Kıçı sandalyeden tam kalkmıştı ki kararlı cümlem ile geri koydu sandalyeye. "Seni tanıyorum Arif" dedim. "Hem de çok iyi tanıyorum. Seni doğduğumdan beri tanıyorum ben. İlkokula ilk başladığım gün yan sıramda oturuyordun, ortaokulda servis arkadaşıydık. Lisede ise pataklamıştın beni hatırlamadın mı?" Arif kaşlarını çattı, elleri alnına gitti istemsizce. "Allah Allah "dedi. "Arif "dedim. "Ben seni çok iyi tanıyorum. Bir gün ben çok hastaydım. Ateşim vardı, karnıma bıçaklar saplanıyordu. Kimsem yoktu. Param da yoktu. Hastaneye gittim. Yürüyerek. 4 km yol. Düşünsene Arif! 4 km yürüdüm o halde". Ben konuşurken Arif'in yüz ifadesini görmüş olsaydınız ne demek istediğimi daha iyi anlayabilirdiniz ama neyse bu başka konu. "Evet Arif. Sonra hastaneye geldim. Elime sıra numarası verdiler. 39 yazıyor üzerinde. Sıra 12'de. 2 saatte öyle bekledim. Alnımdan ter akıyordu Arif ve ben çok üşüyordum. Sonra 39 yandı ama giremedim çünkü sen çıktın tam o sırada. Elinde sıra numaran yoktu ama yinede girdin içeri tüm sempatikliğin ve kurnazlığınla. İşini hallettirdin doktora bir de üstüne kendine çay söylettin. Ben ise bekledim Arif. Ölmemek için inanmadığım bir yaradana sığınmama ramak kalmışken sen çıktın içerden tüm sempatikliğin ve yine tüm yavşaklığınla. Kapıyı kapatmadan doktora; "Tabi doktor bey akşam mekânıma bekliyorum" dedin. Arif daha fazla dayanamadı. "Dalga mı geçiyorsun benimle"? deyiverdi. Gülümsedim. "Hayır" dedim. "Ben seni tanıyorum Arif, sen o'sun. Bankada köşede sinsice bekleyen de sensin,  3 kuruş için 30 ton kelime dökülende. Peki sen beni tanıyor musun?"

                                                                                           
                                                                                        Beyin Atleti